Cem Yılmaz kendisi için öyle bir “karizmatik aura” oluşturdu ki ne yapsa fazlasıyla ilgi çekiyor. Türkiye’nin en iyi komedyeni olduğu halk nezdinde tescillenmiş olan Cem Yılmaz’ın filmleri ise, sahne işlerinden daha farklı ve gitgelli bir seyir izliyor. Yahşi Batı ise benim için bu gitgelli seyrin “git” kısmında duruyor. Müsamerelerden bıktık!
Öncelikle Yahşi Batı’nın senaryosu ve komedisini üzerine oturttuğu düzlemin fazlasıyla sallapati olduğunu söylemek zorundayım. Efendim, Cem Yılmaz filmlerinin tarzı böyle, diye düşünenler olabilir. Absürt komedi türündeki bir filmi eleştirirken tabii ki ana akım bir Hollywood komedisine baktığımız yerde duramayız. Ancak absürt komedi, veya daha doğru bir tanımlamayla Cem Yılmaz usulü absürd komedi bile belli bir dozun üstündeki sululuğu ve popülist doğu-batı sentezlerini kaldıramıyor. Yahşi Batı ise bu iki bataklığa fazlasıyla batmış bir film…
Komedisini “İki Osmanlı efendisi 1880’lerin vahşi batısına giderse ne olur" çatışmasının üstüne kurarak parlak bir fikrin peşinden gitmeye çalışan Yahşi Batı, iş senaryodaki akışa ve özellikle karakter devamlılığına geldiğinde izleyiciyi hayalkırıklığına uğratıyor. Esprilerin karakterlere göre şekillenmesinden ziyade, karakterler esprilerin hatrına “karakterlerini” yitiriyorlar. Oyunculuklar (özellikle Demet Evgar ve Ozan Güven) çok başarılı olmasına rağmen, karakterler senaryoya riayeten kim olduklarını unutuveriyorlar. Örneğin Demet Evgar’ın, Susan Van Dyke olarak ilk görüldüğü sahne çok etkileyici… Susan Van Dyke keskin nişancı ve erkeksi bir kadın karakter… Ancak sonraki sahnelerde gördüğümüz olayların içinde Evgar’ın oynadığı karakter kimi zaman hassas bir ev kadını haline geliyor ya da bir İstanbul kantocusuna dönüşüyor. Filmin sonundaki müsamere sahnesinde Evgar, aynı şarkıyı o kantocu haliyle değil de erkeksi Susan van Dyke olarak söyleseydi sahne hem daha komik hem de daha anlamlı olurdu bana kalırsa. Seyirci de sadece küfürlü repliklere gülmekten bir nebze olsun kurtulurdu. Ancak dediğim gibi bu tip sahneler filmde fazlasıyla mevcut; bu akış ise senaryonun fazlasıyla kısa zamanda ve özensiz yazıldığı izlenimini uyandırıyor.
Karakterlerin asgari özelliklerini koruyamamalarının yanında “vahşi batıda türk usülü davranışlar gösterisi” ise zeka dolu birkaç ince espri haricinde çok yüzeysel ve müsamerelik kalıyor. İki Osmanlı Efendisi şerbetçi ibriğiyle kola doldurmaktan tutun, macun dolandırmaya ve yağlı güreş çevirmeye dair birçok gösteriyi vücuda getiriyorlar. Öykünün aslında hiç de fena olmayan neden-sonuç ilişkileri, senaryoda iyi işlenemediği için, bütün bu doğulu adetler göstermelik kalıyor, komik olmaktan çoğu zaman çıkıyorlar. Aslında burada çok daha ciddi bir nokta mevcut… Cem Yılmaz, Amerikalıların Osmanlı’ya nasıl da yüzeysel ve oryantalist baktığını kıyasıya eleştirirken öte yandan filmin tamamında Batılı oryantalist bakış açısı yeniden üretiliyor. Bu açıdan filmin ideolojik eleştirisi de yapılabilir, ben bu yazıda o mecraya girmiyorum.
Bütün bu sayılanlar filmi, “sinema” olmaktan çıkarıp, pahalı bir müsamereye dönüştürüyor aslında… Vahşi batı dekorundaki türk ve sözde batılı “tip”lerin klişelere yaslanan müsameresi… Bu yetmiyormuş gibi Cem Yılmaz filmin sonuna bir de müsamere sahnesi ekliyor. Vahşi batı kasabası olan Cannonball’un işgalden kurtuluşunun yıldönümünde kızılderili bir kız coşkuyla şiir okuyor, Cem Yılmaz ve Demet Evgar “şu bekarlıktan bıktım usandım” temsiliyle sahne alıyorlar ve yine Cem Yılmaz yağlı pehlivan vücuduyla er meydanına çıkarak, Kayseri ağzıyla konuşan kasaba şerifini mağlup ediyor. Arog’ta da benzer bir müsamere sahnesi vardı. Kuşkusuz müsamere benzeri sahnelerin, filmin olay akışı içinde ayrı bir parantez rolü taşıdığından dolayı senariste sağladığı bir özgürlük var. Olay akışının içine yedirilmesi zor olan birçok sahne, mesaj ve güldürü böyle bir müsamere sahnesine yazılabilir. Ancak filmin tamamına hakim olan müsamere havası ve “genişlik”ten sonra, müsamere sahnesi “bay geldi” etkisi yaratmaktan başka bir işe yaramıyor.
Cem Yılmaz’ın sallapati müsamereleri bırakmasını ve senaryolarını daha uzun bir zaman diliminde, özenle yazmasını temenni ediyorum…
| edit post

DünyA .

Posted On 14:04 by . | 0 yorum


...ama bilmek yetmemiş. Vay be! Zalim dünya kendisini sevmemem için ince hesaplara girmiş. Sevdiğinden uzaklaştırma konusunda özel yetenek sahibi, taş topraktan fazlası, bizim anlayamadığımız zekasıyla ince örücü, gümüş mutlulukları örtücü, pek bir sevgili labirentimiz... Kaybolduğumuz, taptığımız, umarsız kahkalarla çınlattığımız, sesi yankılayıp kulak zarlarımıza yapıştıran, ne demişsek onu işittiren, ak saçlarından her daim genç kara pirelerin çıktığı çukurların prensesi! Seni öpmeyeceğim, seni öpmeyeceğim, seni öpmeyeceğim...
..........................
.........................
...........................
öpmeyip de ne mi yapacağım! Kaçacağım senden, korktuğumdan değil, başa çıkamayacağım için.. gideceğim, içinde dolaşıyor olmama rağmen beni bulamayacaksın. Ne zaman bir zayıf karnını bulsam hançerimi saplayacağım ve orada bırakacağım. Acıyla inleyeceksin, seni öpenler bile yatıştıramayacak öfkeni. Hançerlerimin kabzalarında sana notlar bırakacağım. Kaçan adamın meydan okuması olacak bunlar. Aşıkların, belalıların peşime düşecek, pirelerinin parazitliği eşliğinde. Ağır, sarsak ve topal... ben kuş gibi uçacağım, nasipse kelebek olacağım, gözyaşları içinde uçan bir kelebek! Anlıyorum artık, hislerimi yok edememişsiniz. Hala duyumsayabiliyorum gözyaşları içinde bir kelebek olarak uçabildiğimi, demek ki uçuyorum. Biliyorum dağları, bulutun yükseğini, ağaç kökünün suyunu çekerken duyduğu sevinci. Uçarken kelebek, bir sağanak yağacak ki, evlere şenlik! İnşallah...
| edit post

Posted On 12:19 by . | 0 yorum



Hömcöm bir gariban yaratık...
| edit post