Yatıyordum. Su beni usuldan sallıyordu. O an bir gökyüzü vardı, bir deniz, bir de suya yakın uçan, arada bir sonsuz rahmetten ufacık nasiplenir gibi, koca denizden bir damla aşırmak için hafiften alçalan kırlangıçlar... Yaşar Kemal'in en sevdiğim tasvirlerindeki gibi ikindi vakti deniz menevişlenmiş, her taraf maviye kesmişti. Arada bir kırlangıçları görmek için hafiften kaldırdığım başım, daha ziyade suyun içindeydi. Su kulaklarıma doluyor ama hiç de rahatsız etmiyordu. Kulaklarıma fısıldanan bir şeyler vardı. “Şimdi düşünmenin değil, hissetmenin zamanı...” Tabiatın bize sunduğu gümüş rengi bir hâl idi bu, sarhoşluk veriyordu; öyle ki bir adım sonrası belki tefekkür olabilirdi.
Üç haftadır aynı film vardı aklımda. Aziz Francis'in gençliğini ve Frensiskenliğin ilk zamanlarını anlatan Franco Zeffirelli'nin “Brother Sun Sister Moon” (Kardeşim Güneş Kardeşim Ay). Film doğaya karşı hissettiğim birçok şeye tercüman olmuştu. Kırlangıçlar yanıbaşımdan geçerlerken filmi baştan sonra bir kere daha izler gibiydim.
Hikaye, Francesco'nun savaş henüz bitmeden Haçlı Seferleri'nden dönmesi ile başlar. Savaşın hatıraları Francesko'nun karabasanı olmuştur ve genç adam bir türlü kendine gelemez. Bütün Assisi kasabası ona delirmiş gözüyle bakmaktadır. Annesinin yoğun bakımından sonra Francesco nihayet sağlığına kavuşur. Ancak akıl sağlığı hakkında şüphe edenler çoğunluktadır. Francesko kuşların peşinden koşmakta, Assisi'nin dağında, tepesinde, çayırında saatlerce vakit geçirmekten büyük keyif alır. Öte yandan ise film, kasabanın sosyal yapısını gösterir. Oluşmakta olan burjuva kesimi fakir halkı köleleştirmiş ve onları çok zor şartlarda çalıştırmaktadır. Kasaba kendini Hristiyan olarak görmesine ve kilise ritüellerine katılmasına rağmen Francesco bütün herşeyin altındaki samimiyetsizliği görür. Son zamanlarda kumaş tüccarlığı yaparak zenginleşmiş babası dahil herkes aslında Tanrı'ya değil paraya tapmaktadır. Nihayetinde Francesco maddi olan herşeyi kasabada bırakır ve kırlarda yaşamaya başlar. Çevresinde daha çok sakatlar ve fakirler vardır. Şehrin yakınındaki bir harabeyi yeniden inşa ederek kendi kiliselerini yaparlar. Piskopos ve yöneticiler ise, şehrin gençleri Francesco'nun çevresinde toplandığından dolayı, Francesco'yu düşman ilan ederler ve yeni kiliseyi ateşe verirler. Bunun üzerine Francesco zor da olsa Vatikan'a gider Papa Innocent III ile görüşmeyi başarır. Papa, Francesco'dan etkilenir ve böylece o ve arkadaşları meşruiyet kazanmış olurlar.
Brother Sun Sister Moon, aşırı duygusal tonu ve özellikle hristiyan kesim tarafından Aziz Francis'i neredeyse bir ortaçağ hippisi olarak gösterdiği düşüncesiyle yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Zeffirelli'nin yönetmenliğindeki ve mizansen tercihindeki bazı seküler tavırlar bu eleştirileri anlaşılabilir kılsa da, bana kalırsa film çok önemli bir şey başarmıştır: Bu da Francesco'nun tabiatta keşfettiği ilahi duyguyu ve bir insanın bütün zincirlerinden kurtulup kendini, tam anlamıyla da çözemediği, o ilahi duyguyan karşı hissettiği tutkuyu başarılı biçimde seyirciye aktarmış olmasıdır. Yönetmen, geniş plan dış çekimlerlerle tabiatı bütünlüğü içinde göstermeye çalışmıştır ve belki de bahsettiğimiz duyguyu yakalamak için tabiat çekimlerini, Kuzey İtalya'da, Aziz Francis'in gerçekten yaşadığı yerlerde gerçekleştirmiştir. Bu sahneler renklerin canlı olduğu ve Francesco'nun savaş sonrası bulduğu cenneti tasvir eder niteliktedir. Francesco'nun aydınlanmasını tamamlayan başka bir şey de, onun şehrin çalışan sınıfı olan fakirlerle yüzleştiği sahnelerdir. Zeffirelli burada fakir yüzleri betimleyen sanat gücü yüksek yakın planlarla, Francesco'yu canlandıran Graham Faulkner'ın abartılı yüz ve beden dilini buluşturur. Bu sahnelerin en etkileyici olanında, Francis babası için yerin altında izbe bir yerde iplik boyayan işçilerin yanına iner. Her birinin yüzüne bakar ve onların yüzlerindeki fakirlikten dolayı ruh ve beden dengesini kaybeder. Sanki kendisi onların fakirliğinden dolayı tarif edilmez acılar içindedir. Sahnenin sanatsal gücü ise ışığı az mekanda asılmış koyu renklerdeki yeni boyanmış iplik kümeleriyle ve Francis'in o anlaşılması güç ruh hali içinde iplik kümelerine çarpıp üstünü başını kirletmesiyle doruğa ulaşır. Aslında Francesco fakir işçilerin dertleriyle kendisini boyamıştır.
Filmin başlangıç kısmında Francesco'nun fakir kesime karşı gösterdiği tavır enine boyuna irdelenmişken, ikinci yarısında Francesco'nun kendisi kırlarda yaşayan fakir bir dilenci olduğunda bu mesele unutulur. Francesco ve arkadaşlarının yalın ayak kırlarda dolaşıp kuşlar gibi özgür şarkı söylediği sahneler fazlasıyla romantiktir. Dilenciliğin ve yoksulluğun sıkıntılarını görmek yerine, yönetmen, Francesco'yu idealine neredeyse ulaşmış mutlu ve özgür bir adam olarak sunmayı tercih eder. Bu mutluluk sadece Ortaçağ burjuvasını temsil eden şehir yöneticilerinin Francesco'nun kilisesini yakmasıyla sekteye uğrar.
Bu olay ile filmin final meselesine geçmiş oluruz. Francesco, Papa'yı görmek üzere Vatikan'a gitmek ister. Engellere rağmen bunu başarır. Francesco'nun Papa'nın oturduğu büyük kiliseye girişi ise önemli sahnelerden biridir. Duvarları ve tavanı değerli madenden parlayan kilisede papa ve çevresindeki din adamları, son derece gösterişli cübbeleri için heykel gibi sıralanmışlardır. Zeffirelli burada dönemin Ortaçağ resimlerini yeniden çizip boyamış gibidir. Francesco ve arkadaşlarının dilenci kılıkları ve yalın ayakları kilisenin debdebesiyle derin bir tezat oluşturur. Francesco'nun sadece eline tutuşturulan parşömeni okuması gerekirken kendini tutamaz ve parşömeni bırakarak içinden geldiği gibi konuşmaya başlar: “Neden? Kuşlar gibi özgürce yaşamak varken kendimizi zenginlikle zincirlemek neden?” Francesco vaaz vermez aslında, kendi kendine konuşur; ancak bu para ve iktidar sahibi din adamlarını çileden çıkarır ve dilencileri apar topar dışarı atarlar. Oysa Papa, Francesco'da çok etkilenmiştir, onu tekrar çağırtır ve herkesin karşısında Aziz Francis'in toz toprak içindeki ayaklarını öper.
Bol şarkılı olan bu ortaçağ hikayesinin fazlasıyla şiirsel ve duygusal olduğu bir gerçek. Hatta Aziz Francis'in gerçek hayat hikayesiyle ne kadar örtüştüğü dahi tartışılır. Yine de tabiat aracılığı ile ulaşılan tinsellik ve tefekkürün, romantik ve zaman zaman teatral de olsa, renkli temsili seyirciyi aydınlık bir sorgulamaya davet ediyor: Kırlangıçlar gibi özgür olmak mümkün mü? Tertemiz havayla sarmalanmak, geçerken susuzluğunu dindirmek, mavi derinliğin berrak suyundan...
edit post
0 Response to 'FRENSİSKEN OLABİLMENİN ŞİİRSELLİĞİ: “KARDEŞİM GÜNEŞ KARDEŞİM AY”'

Yorum Gönder